Giriş Yapın

Facebook ile Bağlan Sizin adınıza paylaşım ve izinsiz gönderim yapmıyoruz.

A Takımı

A Takımı

On üç yaşındaki oğlumla Afyonkarahisar’dan İstanbul’a doğru seyahat ediyorduk. Üstelik bu seyahati yeni otomobilimizle, baba-oğul baş başa yapıyorduk. Uzun uzun arabanın özellikleri üzerine konuştuktan sonra konu futbola geldi. Söz konusu futbolsa konuşacak çok şey vardı. Daha düne kadar elinden tutup parka götürdüğüm çocuğumla erkek sohbeti yapıyor olmanın tadı da bir başkaydı. O sırada oğlumu, arkadaşı Görkem aradı. Görkem ismini duyunca “Tamam!” dedim.

“Evrenden gelen mesaj gayet açıktı!” “Görkem, futbol, arabalar…” Anlatmam gereken çocukluk hatıramın anahtar kelimeleriydi bunlar. Oğlum telefonu kapattığında mola yerine yaklaşmak üzereydik. Beni, dünümü, bugünümü hevesle dinleyen bu genç adam, güzel bir yemeği ve ona eşlik edecek özel bir anıyı hak ediyordu. Ellerimizi yıkadıktan sonra cam kenarındaki iki kişilik masaya oturduk. Siparişlerimizi verir vermez hafızamı yoklarcasına eski günlere daldım. Anlatacaklarım dilimin ucuna geldiğinde sadık dinleyicimin masum gözlerine odaklanarak anlatmaya başladım:

Birlikte koşup coşan küçük çocuklardık

   A Takımı’ydık biz. Her koşulda birbirine destek olan, kırık kolu yen içinde saklayan, birlikte coşup birlikte koşan küçük çocuklardık. Ekip ruhunun, dostluğun ne demek olduğunu top peşinde koşarken öğrenmiştik. İki kırık tuğla arası çift kale maç yaptığımız o yıllarda ne düzgün bir sahamız ne de kaliteli bir futbol topumuz vardı. Açlığımızı salçalı ekmekle sokakta yatıştırır, kanayan dizimizi üflediğimiz nefesle uyuşturur, terden ıslanan fanilamızı üzerimizde kuruturduk. Buna rağmen hiçbir şeyden şikâyetçi olmazdık. Yetenek olarak en geride olsa da yaşça ve ebatça en büyüğümüz olan Hakan’ın, kendisini takım kaptanı ilan etmesine de takılmamıştık. Zaman zaman aldığı yanlış kararlara rağmen onu her zaman sevip saymıştık. Takım olmak, birlik olmak zaten böyle bir şey değil miydi? Hücumda Mustafa, orta sahada Kerim, savunmada Murat ve kalede bendeniz Yalçın, takımın efsane isimlerindendik. Mahallenin kızları yanımızdan geçerken göz ucuyla da olsa bize bakacak olduklarında daha bir coşar harika pozisyonlar yaratırdık. Aynı sebepten gol yediğimiz de olurdu elbet.

Görkem ve topu

O yaz, mahallemize yeni taşınan Görkem’i ön eleme sınavına tabi tutmadan takıma alma fikri kaptanımız Hakan’a aitti. Bu kabulde Görkem’in profesyonel bir futbol topuna sahip olmasının etkisi büyüktü. Oysa Görkem tek bir maçta bile topu kadar değer katamamıştı takıma. Dahası her hareketi fauldü. Oyun sırasında çokça mızıkçılık yapıyor, zor durumda kaldığında yere yatıp sakatlanmış gibi ağlıyor ya da rakibine çelme takarak kendini komik durumlara düşürüyordu. Çoğunu görmezden gelmeye çalışsak da bu şımarık ve kural tanımaz halleri hepimizi bezdirmişti. Topundan mahrum kalmak pahasına onu oyun dışı bırakmak zorunda kaldık.

Görkem ise karalar bağlamak yerine rakip takımda kendine yer bulmuştu bile. Ah o topu yok muydu o topu! O sihirli küre, ona her yerde kabul alan altın bir sertifika gibiydi. Hepimiz yeni takımında ne kadar barınacağına dair iddiaya girmiştik. Final maçına sudan sebeplerle katılamayacağını son dakika bildirdiğinde film tamamen kopmuştu. Esas üzüntü; maçlara kendisinin gelmemesinden ziyade topunun teşrif edememesiydi. Velhasıl sürekli kırmızı kart yiyerek takımını zor durumda bırakan, gittiği yerin kimyasını bozan, hırslarını dostluğun önüne koyan, uyumsuz biri olarak ilan edilmişti Görkem ve artık büsbütün saf dışıydı.

Çocukluk arkadaşları buluştuk

Oyuna doymak bilmediğimiz, sorumluluklarımızın derslerimizden, zaman zaman da küçük bazı ev işlerinden ibaret olduğu o güzel yıllar çabuk geçti. Ailelerimiz, gelecek kaygısıyla bizi futboldan uzaklaştırdığında, hayat her birimize yeni yeni roller biçti. Çoğumuz memleketin farklı yerlerine dağıldık ve iş hayatına atıldık. Kerim Edebiyat Öğretmeni, Mustafa Küçük Esnaf, Murat Nikâh Memuru, Hakan da Ziraat Mühendisi oldu. Ben ise çocukluk hayalim olan veterinerlik mesleğini aynı şehirde yürütüyor, bir yandan da üniversitede doktora yapıyordum.
      
Eski günleri yâd etmek üzere her yılın üçüncü ayının üçüncü günü memleketimiz olan Afyonkarahisar’da toplanmaya başladık. Tekrarlanan üç sayısı Afyon ilinin plaka numarasını taltif etmek üzere Hakan’ın fikri olarak ortaya atılmış ve hepimizden yıldızlı onay almıştı. Afyon’da ikamet eden Görkem, bu toplantıdan elbette habersizdi. Fakat nasıl olmuşsa bir buluşmamıza tesadüfen denk gelmiş, buyur etmediğimiz halde masamıza oturmuştu.

Beni, şişe dibini andıran kalın gözlük camlarımla; Kerim’i dökülen saçlarıyla; Hakan’ı aldığı kilolarla; Murat’ı da müzmin bekârlığıyla diline dolamış; her zamanki ukalalığı ve boşboğazlığıyla ortamın havasını bozmuştu. Ayrıca bıktırıncaya kadar babasının ona açtığı oto galeriden bahsetmişti. Araba alım satımıyla elde ettiği yıllık cirodan, vergi rekortmenliğinden, katıldığı yurtdışı fuarlardan dem vururken, monoloğa dönüşen bu konuşmadan; ortak döndürdüğümüz muhabbetimize nezaketsizce ağırlığını koymasından aşırı derecede sıkılmıştık.

Çocukluğunda nasılsa yetişkinliğinde de aynı olan Görkem

Çocukluğunda nasılsa yetişkinliğinde de aynıydı işte. O zamanlar topuyla hava atarken şimdi de sahip olduğu arabalarıyla, olmayan göbeği, dökülmeyen saçı, kurduğu harika yuvasıyla hava atıyordu bizlere. Masadan kalkarken maddi durumu en iyi olan arkadaşımız olmasına rağmen ortaklaşa ödediğimiz hesapta kendi payına düşen kısmı sormamıştı bile. Onun yerine “bir sonraki buluşmaya hepiniz özel davetlimsiniz. Organizasyonu yapar yapmaz sizi arayacağım” demiş ve çekip gitmişti.

Onun böyle bir şeye kalkışacağına pek ihtimal vermezken bizi şaşırttı Görkem. Bir yıl sonraki bulaşmadan bir hafta önce Hakan’ı arayarak ‘Afyon’un en lüks restoranından altı kişilik yer ayırttığını, herkesi davet ettiğini, katiyen mazeret kabul etmediğini’ bildirdi. Bunun üzerine “davete icabet etmek gerekir” düşüncesiyle “peki” dedik.
      
Günü geldiğinde, uzaktan gelenler de dâhil olmak üzere beşer dakika arayla masanın etrafında toplanmıştık. Herkes giysi dolaplarındaki en şık kıyafetleri giyinmiş gibiydi. Kalabalıklaştığımızı gören garson gelip gitmeye, ‘Servise başlayalım mı?’ diye sormaya başladı. Ama Görkem ortalarda yoktu. On dakika bekledikten sonra telefon etti Hakan, fakat cebi kapalıydı. Yarım saat, kırk beş dakika derken bir saat geçti, cep telefonu hala kapalıydı. En nihayetinde servisi başlatmak zorunda kaldık. Bize göre ortada verilmiş bir söz varsa gereği yapılmalıydı. Gerçek dostluk bunu gerektirirdi. Oysa Görkem, arayıp bilgilendirme zahmetine katlanmadığı gibi telefonunu da tamamen kapatmıştı. Ne olup bittiğini bilemiyor, o saatten sonra da öğrenmek istemiyorduk.
      
Ayağımızı yorganımıza göre uzatmadığımız o gece, çok yüklü bir hesap ödemek zorunda kaldık. Yıllar sonra Görkem, gol üzerine gol atmıştı bize. Sahada yapamadıklarının bir başka türlüsüydü; hayat golüydü bunlar.  Üstelik oyun değil gerçekti ve tadı da çok buruktu. Günler sonra Hakan’ın öğrendiğine göre Görkem o gece bayi toplantısı için şehir dışındaymış. Bu ani gelişmeden Hakan’ı haberdar etmesi için sekreterine not bırakmış. Bilgilendirilmemiş olmamıza ise çok şaşırmış…

Sekreterini öne sürerek yaptığı bu açıklamaya hiçbirimiz inanmamıştık. Anladığımız şuydu ki Görkem’in ilişkileri alış-veriş hesabına dayalıydı. Hiçbirimiz onun sattığı ultra-lüks otomobilleri alacak durumda değildik. Bunu geçen yıl bizimle aynı masada otururken öğrenmişti. Öyleyse bize bu tezgâhı neden kurmuştu? Büyük ihtimalle yediği gollerin, gördüğü kırmızı kartların, saf dışı edilişlerinin intikamını almak istemişti. Bunu başardığını zannederken bir kez daha kaybetmişti oysa.

Görkemle tekrar karşılaşma

       
Görkem’le bir daha aynı milimetrekarede bile olmam derken bir gün yeni açtığım klinikte, beni beklerken buldum onu. Çok sevdiği köpeği Racon hastalanmıştı. Muayeneden sonra anladım ki Racon, bazı aşıları ihmal edildiği için bulaşıcı bir hastalık kapmıştı. Ona uzun soluklu bir tedavi uyguladım. İlaçlara yavaş da olsa cevap verdi ve eski sağlığına kavuştu.
      
Tedavi sürecinde her defasında dilimin ucuna gelse de bir türlü mevzulara giremedim. ‘Salçalı ekmeğini, soğuk suyunu;  susamlı akide şekerini, kaymaklı lokumunu hepsinden de önemlisi arkadaşlığını, dostluğunu seninle paylaşan A Takımı’na bunu nasıl yaptın?’ diyemedim.  ‘Kendi organizasyonuna neden gelmediğini, bizleri neden bizzat bilgilendirmediğini, daha açık bir ifadeyle bize neden böyle bir oyun oynama gereği hissettiğini’ sormadım. Neticede cevabını bildiğim sorulardı ve onun yalandan yere anlatacaklarını dinleyecek vaktim yoktu. Bu konudaki ilgisiz tavrım ona verilmiş en güzel cevaptı. Yıllar yılı içinde büyüttüğü kin ve intikam duygusu ise en ağır ceza olmalıydı. Keşke kendini, yapamadıklarına, yetemediklerine rağmen sevebilseydi, belki o zaman bizi de sevebilirdi.
      
Son ziyaretlerinde, klinikten çıkarken yüzüme bakarak bol bol havladı Racon. Dostane bir teşekkür havlamasına pek benzemiyordu. Borçlu hissettiği için egolu sözler sarf etmekten bu seferlik imtina eden sahibinin bıraktığı boşluğu doldurmak ister gibiydi. Bir canlı, hem ismiyle hem de sahibiyle bu kadar mı özdeşleşebilirdi… Onları uğurlarken yüzüme çemkiren hastama “Eyvallah Racon” dedim. “Bundan sonra önümüzdeki maçlara bakacağız artık. Aşıya da bekleriz!”
        
O an oğlumun yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. Onun,  bu yaşanmışlıktan çıkarması gereken dersleri çıkardığına emindim. Fakat babalık içgüdüsüyle pekiştirme yapmadan edemedim: “İşte böyle evlat”  dedim: “Kontrolsüz öfke, yakıcı hırs, kin ve intikam duyguları insana her zaman zarar verir; insanı dostsuz bırakır. Kişiler, yediği ya da attığı gollerin sayısına göre değil baştan sona oyunu nasıl oynadıklarına göre değerlendirilir. Bu değerlendirmede sınıfı geçenler hem oyun sahasında hem de gerçek yaşamlarında A Takımı’nın doğal  üyesidir.” Sözlerim sona erdiğinde işaret parmağını ikimizin arasında ileri geri gezdirerek “İki kişilik özel takımlar da olur mu baba?” diye sordu çocuğum. Ben de “Oldu bile” dedim. “Oldu bile…”
 

İlginizi Çekebileceğini Düşündüğümüz Diğer Haberler
FACEBOOK YORUMLARI
ANNEBEBEK ÜYELERİ NE DİYOR?

Yorumları görebilmek, soru, görüş ve önerilerinizi bizimle paylaşmak için facebook hesabınız ile giriş yapmalısınız.

Facebook’ta adınıza gönderim yapmadığınızı bilmenizi isteriz..