Parlak İcatlar
Uyumayı çok seven Seren, hafta sonu uykusunu elinden geldiğince uzatmaya çalışıyordu. Fakat uyumayı hiç sevmeyen, altı yaşına henüz girmiş küçük oğlunun buna pek müsaade ettiği söylenemezdi. Birçok evde, çoğu sabah çocuğunu kaldırmaya çalışan annelere söylenen “beş dakika daha, ne olur beş dakikacık daha uyuyayım” sözlerini, çocuğuna karşı sarf eden nadir annelerden biri olmalıydı.
Güzel bir sabah sürprizi
En nihayetinde cebren ve hileyle, sağ kolundan aşağı çekile çekile yataktan kaldırıldı. Ardından küçük suratın afacan bakışları eşliğinde lavaboya doğru çekiştirildi. Yüzü bir güzel yıkattırıldı. Zorla açılan gözleri bu kez kapattırılmaya zorlandı. “Açma, açma, açma, açma, açma, açma” nidaları eşliğinde terasa kadar yürütüldü. “Aç” komutuyla birlikte gözlerini açan annenin gördüğü manzara muhteşemdi. Tomurcuk kokulu çay, taze sıkılmış portakal suyu ve harika bir kahvaltı masası onu bekliyordu. Bu güzel sürpriz için eşine sevgi dolu bir bakış fırlattı evin annesi ve bütün sevecenliğiyle “Günaydın” dedi.
Herkes alışılageldik yerlerine oturduktan sonra trans halinde az pişmiş tereyağlı yumurtalarına ekmek banıp yemeğe başladılar. Yalnız, küçük bey ara ara çaktırmadan masadan uzaklaşıyordu. Bir iki lokma bir şeyler yedikten sonra kaşla göz arasında salonda izlediği çizgi filme koşuyor, ardından ağzını doldurmaya, tekrar masaya dönüyordu.
Yeni icat edilen oyunlar
Lezzet şöleni sona erdikten sonra ortalığı toparlayan Seren yapacağı yemeklerin alt yapısını hazırlamak üzere mutfağa geçti. İşi yeni bitmişti ki sevimli oğlu kucak dolusu oyun fikriyle çıkageldi. Oyunların çoğunu kendi icat ediyor, her bir oyunun nasıl oynanması gerektiğini uzun uzun anlatıyordu. Bir yetişkin için bilinmedik bir düzine oyunu önce öğrenip sonra oynamak hiç de kolay değildi. Onun artık sıkıldığını hisseden eşi, saklambaç oynama fikriyle imdadına yetişti. Bu hamle karşısında mat olmak istemeyen oğul, ikisiyle aynı anda değil ayrı ayrı oynamayı seçti. Çocuk olmanın hakkını sonuna kadar veriyordu.
Sekiz kere anneyle dokuz kere de babayla saklambaç oynayan tatlı kuzunun neden ısrarla aynı yere saklandığı daha sonra üzerinde durulması gereken ciddi bir araştırma konusu olarak kayıt altına alındı. Kazara sobelenirse o tur sayılmıyordu. Hep ıskalamak ve her seferinde bu akla fikre gelmeyen yeri nasıl olup da bulduğuna dair şaşkınlık ifadesi takınmak gerekiyordu. Bulunmaz ve yakalanmaz olmanın tadı iyice çıkarıldıktan sonra arabacılık oyununa geldi sıra. Kamyon şoförü rolünü babaya, yaya rolünü anaya, trafik polisi rolünü de kendine biçen fedakâr evlat senaryoyu çoktan yazmış, repliklerini ellerine vermişti bile. Onca pratikten sonra anne ve baba tiyatro seçmelerine katılmak için hazır kıvama gelmişlerdi.
Birazda dışarıda eğlence
Evdeki oyun kesmeyince ailecek, hemen yakındaki oyun parkına gitmeye karar verdiler, bir başka deyişle karar verdirildiler. Geri dönecekleri sırada aynı sitede oturdukları yaşlı amcanın sohbetine takılıp biraz da açık havada yürüyüş yaptılar. Yolları marketle kesişince içeriye girip ekmek, süt, gofret, çikolata aldılar. Çikolata ve gofretler evin dolabına giremeden sahipleri tarafından yolda tüketildi.
Çikolataların verdiği enerjiden olsa gerek eve vardıklarında dinlenmeksizin beş kere ters takla, yedi kere düz takla attılar. Postacı yürüyüşüyle hedefe ulaşma ve minderler arası zıplama yarışı yaptılar. Daha sonra ayran içme yarışına soyundular. Biricik evlatlarının her şeyi yarışarak yapma isteğini halasına benzeten Seren, eşinden gelecek reaksiyonu beklemeye başladı. İçine düştüğü sessizlik çukurundan onu çıkartmanın en etkili yollarından biriydi bu türden sataşmalar. Ancak ne ilginçtir ki kız kardeşine yönelik bu tespit karşısında savunmaya geçmeyen eş, büyük bir şaşkınlık yarattı. Onun, bedenen olsa da ruhen aralarında olmadığına kanaat getirdi Seren. ‘Bu sağırlık, bu kopmuşluk, bu vazgeçmişlik hali içinde bulunduğu durumu daha katlanılabilir kılıyor olmalı’ diye düşündü. Zira bünyesi alışık değildi bu kadar oyuna. Küçük yaşlarda büyük sorumluluklar almak zorunda kalan sevgili eşi çocukluluğunda bile bu kadar oynamamış olabilirdi.
Akşam saatlerinde bir altın günü
Akşam saatleri yaklaşırken altın gününe gitmesi gerektiğini hatırladı Seren. Gençken pek haz etmezdi bu tip etkinliklerden ama şimdi bu kervana o da katılmıştı. Çocuğuna kendisi ile gelmek isteyip istemediğini sorduğunda reddedileceğini tahmin etmişti. Babası ile erkek erkeğe takılması büyüdüğüne dair önemli bir işaretti.
Son üç yıldır buluşmaları daha eğlenceli hale getirmek için “gün konsepti” seçiyordu hanımlar. ‘Şal günü, şapka günü, aynı renk veya aynı desen giyinme günü, maskülen olma günü’ gibi. Maskülen olma gününde takma bıyık takanlar olmuştu. Kimisi Pala Remzi, kimisi Ayhan Işık, kimisi Charlie Chaplin bıyığı takmış, kimisi ağda yapmadan gelmiş, kimisi de köse olmayı seçmişti. Tatlı mı tatlı ev sahibesinin o akşamki konsepti “puantiye” idi. Seren de o akşam için seçtiği bol benekli elbisesini giydi ve kendisi gibi puantiyelere bulanan arkadaşlarıyla bir araya geldi.
Hararetli sohbet, örtüsü de puanlandırılan masada uzunca bir süre devam etti. Ev sahibi, seçtiği araba farı konseptine uyum sağlayan herkese tam puan verdi. Evden çıkarken uzunca bir süre puantiye giymemeye karar veren Seren, bir diğer toplantı için tercih edilen ekoseli kumaş konseptinden sonra, o çok sevdiği ekose takımına da uzunca bir süre veda edecek gibiydi.
Yüzyılın icadı
Hafta sonu tatilinin ardından yeni bir haftaya “merhaba” dediler. Anne ve baba muharebe alanını terk edip işlerine gittiler. Küçük surat biraz üşüttüğü için anaokulu yerine evdeki ablaya emanet edildi. Her ikisi için de günü sağ salim sonlandırmak önemli bir başarıydı. Akşam saatlerinde oyun hamuruna çevirdiği ablasına el salladıktan sonra işten eve yeni dönen annesinin kucağına atıldı. “Senin için harika oyunlar hazırladım” dedi yanağını öperken ve ekledi:
- Oyundan önce yeni icadımı mutlaka görmelisin. Yorulma diye “otomatik çerçeve tozu silicisi” yaptım senin için. Ucuna ampul de taktım. Tek bir toz tanesi bile gözünden kaçamayacak artık.
Sevinçle annesinin elinden tutarak onu, odasına doğru koşturdu. Ahşap mandalları uç uca eklemiş, sapı kırık resim fırçasını eczane lastiği ile mandal çubuğa tutturmuştu. Ampul niyetine de oyuncak ambulansından kopan kırmızı siren aparatını kullanmıştı. Çocuğunun gözünden baktığında ampulü ışıl ışıl parlayan harika bir “çerçeve tozu silicisi” görmekteydi Seren. Kuzusuna sarılarak:
- Yüz yılın icadı diye buna derim, dedi. Kırk yıl düşünse aklına gelmeyecek bu fikir karşısında şaşkınlığını abartarak “Ben de tam olarak böyle bir şey hayal ediyordum, biliyor musun?”
“İcat çıkarma” diyen annelerden olmak istemiyordu Seren. Evi dağıtacaklar, etrafı kirletecekler diye çocukların hevesi kırılmamalıydı. Tam tersi, ilgi duydukları konulara karşı daha da cesaretlendirilmeliydiler. Yapabileceklerini, başarabileceklerini görmeli, özgüvenlerini pekiştirmeliydiler. Bugünün çocukları yarının yetişkinleriydi. Teknolojiyi sadece kullanan değil üreten tarafta da olmalıydılar. Bunun temelleri ise küçük yaşlarda atılmaktaydı.
Yeni icatla, üçünün de gülümseyerek poz verdiği fotoğraflı, gümüş çerçeveye doğru yöneldiler. Nazikçe tozunu aldılar. Küçük afacanın tutuğu mandallı fırça anne ve babasının çehresi üzerinde adeta dans ediyordu. Yanaklarına öpücükler konduruyor, saçlarını tel tel tarıyordu. Onun bu masum gayreti Seren’i çok duygulandırdı. Yorulmasın diye çocuğu tarafından icat edilmiş en orijinal, en güzel silecekle karşı karşıyaydı. Bir öpücük kondurdu evladının kırmızı yanaklarına. “Sen ve senin icatların bu hayatta bana verilmiş en güzel armağanlarsınız” dedi.
Tam yeni oyunu öğreniyordu ki çocuğundan, kapı çaldı. Yorgun argın işten dönen baba bu oyuna da yetişti, bir başka deyişle yetiştirildi. Oyunlar oynandıktan sonra silecek babayı da buldu. Aynı aile fotoğrafını bir kez de babayla parlattılar. Silecekli ya da sileceksiz zaten hep parlamaktaydılar.
Yorumları görebilmek, soru, görüş ve önerilerinizi bizimle paylaşmak için facebook hesabınız ile giriş yapmalısınız.
Facebook’ta adınıza gönderim yapmadığınızı bilmenizi isteriz..