SEVGİ YUMAĞI
Okulun son günü güzel bir karneyle eve geldiğimde kapıyı babam açtı. “Hoş geldin evlat! Sana çok güzel bir haberim var, yarın sabah tatile çıkıyoruz.” dedi. Şaşkın bir vaziyette babamın oval yüzünde kaybolmuş kısık gözlerine baktım. “Tatile mi? Nereye gidiyoruz peki?” dedim. “Antalya’ya” diye cevapladı babam. “Yaşasın! Yaşasın! diye bağırmaya başladım. El çırparak boynuna atladım. O an daha mutlu olamazdım. Henüz karnemi göstermeden hediyemi almıştım.
Sesimizi duyan annem salonda beliriverdi. Koşup ona da sarıldım. Oracıkta “sevgi yumağı” olduk. Sevgi yumağı olmak ailemize özgü gelenekselleşmiş bir oyundu. Mutlu anlarımızda, birbirimize sevinçli haberler verdiğimizde hemen el ele tutuşur yaptığımız küçük halkayı kendi yörüngemizde döndürürdük. Şamatamız sona erdiğinde yemek yemeden direk valizime koştum. Annemin uyarılarına rağmen dolapta ne bulduysam içine tıkıştırdım. Çok sevdiğim pelüş köpeğim Pati’i de götüreceklerim arasındaydı. Aynı gece annem ve babam da bavullarını hazırlamaya kalkışınca evde tatlı bir telaş oluştu.
Maceralı yolculuk başlıyor
Babam daha ucuz olduğu için sabahın dördünde havalanacak bir uçak ayarlamıştı. Gece iki buçukta taksi çağırıp havalimanına gittik. Mesafe kısa olduğu için binmemizle inmemiz bir oldu. Babam taksicinin ücretini ödemek için elini cüzdanına attığında cüzdanın boş olduğunu fark etti. Giderken para çekmeyi unutmuştu. Annemle beni havalimanında bırakarak en yakın bankamatikten parasını çekmek üzere tekrar taksiye atladı. Fragmana bakılırsa maceralı bir tatil bizi bekliyor olmalıydı.
Havalimanında boyumuz kadar büyük valizlerle hareket etmekte biraz zorlanıyorduk. Daha da kötüsü babam valizlerden birini yanındaki adamın ayağına düşürünce, adamı valizin altından güçlükle çıkardık. Bilet işlemleri için sıra nihayet bize gelmişti. Babam valizini banda koydu ancak ağırlık olarak üst sınırı bir hayli aşmıştı. Ya giysilerinin bir kısmını diğer valizlere boşaltacak ya da ek ücret ödeyecekti. Babam Hawaii gömleklerini, renkli boxerlarını, her bir şortuyla aynı renge sahip çoraplarını, sandalet ve ayakkabılarını ortalığa dökmek istemeyince ek ücret ödemeye razı oldu.
Bilet işini halledip devasa valizlerimizden kurtulmayı başardığımız sırada gözüm yine babama takıldı. Sürekli elleriyle ceplerini yokluyor, aradığı şeyi bulamıyordu. Bu sefer de cep telefonunu unutmuştu. Dediğine göre telefonunu ilk güvenlikte bırakmıştı. Uçağın kalkmasına az bir zaman kalmışken babamın bize salgılattığı adrenalinin ardı arkası kesilmiyordu. Telefonunu almak üzere koşarak yanımızdan uzaklaştı. Zaten devamlı koşarak yanımızdan uzaklaşıyordu babam. Annemle ben onun bu hallerini şaşkınlıkla izliyor bir an önce normalleşmesini bekliyorduk. Neyse ki kısa süre içinde telefonunu bulup yanımıza gelebildi.
Nihayet uçaktayız…
Artık uçağın içindeydik. Dar koridorda ilerlerken en önemli mevzumuz her zaman olduğu gibi cam kenarındaki koltukta kimin oturacağıydı. Devamlı uyuyan annem için koltuğun önemi yoktu. Bir arada olmamız yeterliydi. O yüzden de yer kapma yarışı babamla benim aramda cereyan etti. Epeyce direndikten sonra mücadeleyi yine ben kazandım. Her yeri görebilmek için devamlı üzerime abanan babama sinir olsam da sesimi hiç çıkarmadım.
Uçaktan indiğimizde derhal en yakın tuvalete koştuk. Çünkü annem gördüğü bütün tuvaletleri onurlandırmadan geçip gitmezdi. Üzerine makyajını da tazeleyince babam ve ben tuvaletin önünde kök saldık. Valizlerimizi almak üzere teslim bandına doğru gittiğimizde ortada ne valiz vardı ne de başında bekleyen yolcular. Tam heyecana kapılacakken direklerin arkasından valizlerimiz göründü. U dönüşü yaptıktan sonra görüş alanımıza ancak girebilmişlerdi. Bandın üzerinde balina misali süzülüyorlardı. Derin bir “oh” çektikten sonra valizlerimizi sevgiyle kucaklayıp havalimanını terk ettik. Babamın içini doldurduğu cüzdanla bir taksi tutup kalacağımız otele vardık. Saat sabahın altısıydı ve annem hala ayakta uyuyordu. Zira bu saatler onun derin uyku saatleriydi. Taksici bizi otelin önüne silkelediğinde de annem yarı baygın haldeydi. Birlikte resepsiyona doğru ilerledik. Babam odamızı ayarlamaya çalışırken yüzünden terler damlıyordu. Çünkü ayırttığımız odanın bir üst standardındaki odada, mümkünse aynı fiyata kalıp kalamayacağımızı soruyordu fakat ısrarları işe yaramadı. Bir tatilimizde, belenmedik bir şekilde sunulan bu ayrıcalığın bir daha sunulmayacağını artık kabullenmesi gerekiyordu.
Otele vardık ama maceramız bitmedi
Nihayet odamıza yerleşmiştik ama çok da yorulmuştuk. Annem havuzun yorgunluğumuza iyi geleceğini söyleyince doğruca havuza gittik. Havuzun yanında bir bar vardı ve yanında da waffle dükkânı. Babam şezlonglara, ben dükkâna annem de bara koştu. Sert bir kahvenin uykusunu açacağını ümit ediyordu. Annem kahvesini ben de waffle’ımı aldıktan sonra babamın ayarladığı şezlonglara doğru ilerledik. Babam ve annem yetişkin sohbetine dalınca sıkılmaya başladım. Hemen havuza atladım ama havuzun suyu biraz soğuktu o yüzden fazla kalamadan çıkıp kurulandım. Annemle babamın sohbeti animatörlerin açtığı yüksek sesli müzikle bir anda son buldu. Annem, müziğe rağmen şezlongda şekerlemeye başlayınca babam havuza atladı. “Aman Allah’ım!” Bu sefer de saatini bileğinde unutmuştu. Ben “eyvah baba saatin ıslandı” dediğimde dudağının kenarını sol yana kaydırarak havalı bir gülümseme fırlattı babam: “Korkma evlat su geçirmez saat bu” dedi.
Havuz keyfimiz sona erdiğinde annemi uyandırıp gideceğimizi söyledik fakat annem havuza girmeden gitmek istemedi ve hemen suya atladı. Ancak aynı anda tiz sesiyle bağırmaya başladı. Su ona da soğuk gelmişti. Fazla yüzemeden çıkmak zorunda kaldı. Annem ve ben uçuş saatimizi sabahın körüne ayarlayıp tatil sezonunu yazın erken evresine denk getiren babama, ev ekonomisine sunduğu katkılardan dolayı minnettar olduğumuzu belirttik ve yaprak gibi titreyen bedenlerimizi gönülsüzce odamıza doğru sürükledik.
Babam anahtarın kimde olduğunu sordu. Ben hiç üzerime alınmadım çünkü o sorumluluğu alamazdım. Annem de anahtarı bulamayınca içeride unuttuğumuzu anladık. Babam yeni bir anahtar için resepsiyona indiğinde bize de ıslak mayolarla onu beklemek düştü fakat dakikalar geçiyor babam bir türlü gelmiyordu. Küçük kabinli asansör, önünde biriken insanları istedikleri yere kavuşturmada oldukça yetersiz kalıyordu. Giderek üşemeye başladık öyle ki ıslak mayonun soğuk kumaşı iplik iplik çözülüp adeta içimize nüfuz ediyordu. Odanın önünde uzunca bir süre bekledikten sonra babam nihayet geldi. Bu kez de duş sırası için birbirimizi beklemeye başladık. Çocuk olduğum için öncelik bana verildi. Benden sonra da “sistit olmak istemem” deyip annem girdi duşa. Neyse ki babam bizi beklerken kuru bir mayo giymeyi akıl etmişti. Babamın demesine göre benim duşum yedi dakika, annemin duşu on yedi dakika, kendi duşu ise beş dakika sürmüştü. “Ben ancak ısındım” diye cevabı yapıştırdı annem.
Bu arada vakit ikindiyi geçmişti. Açık camdan içeri süzülen enfes kokular bize açlığımızı hatırlattı. Çarçabuk üzerimizi giyinip açık olan restoranlardan birine indik. Annem diyet ürünlerine bakınırken babam ve ben stantların arasında geziniyor, tur üstüne tur bindiriyorduk. Annemin açığını kapattığımıza emin olduktan sonra yeme işine son verip odamıza yöneldik. Bir süre dinlendikten sonra yediklerimizi hazmetmek ve etrafı keşfetmek için otelin dışına çıkmaya niyetlendik. Bu fikir ortaya atıldığı anda ben ve babam kapının önünde hazır kıta bekliyorduk. Annem ise valiz dolusu olasılık içinde ne giyineceğine bir türlü karar veremiyordu. Daha fazla beklememek için babamla ağız birliği yapıp “Sarıçiçekli elbiseni giy, o sana çok yakışıyor” dedik. Annem kolayca ikna olup üzerini giyindi. Sahil boyunca sıra sıra dizili dükkânlara girip çıkarken vaktin nasıl geçtiğini anlamamıştık. Yorulup acıkınca akşam yemeği için hazırlanmak üzere otelimize geri döndük. Benim kıyafetimi annem, annemin kıyafetini ben ve babam, babamın kıyafetini de babam seçti. Akşam yemeği bir başka restorandaydı. Yemekler çok lezizdi ve çeşit çoktu. Karnımızı doyurduktan sonra animatörlerin hazırladığı akşam eğlencesine gittik. Dokuz buçukta başlayan gösteri on birde sona erdi. Biz de odamıza çekilip derin bir uykuya daldık.
İkinci gün başlıyor
Sabah güzel bir kahvaltıdan sonra mayolarımızı giyip havuza gittik. Sağımdaki şezlonga babam, solumdakine de annem yattı. Biraz güneşlendikten sonra babamla bir süre suyun içinde top oynadık. Sonra babam havuzdan çıktı ve güneşlenmeye başladı. Aradan bir iki saat daha geçti, güneş tam tepemizdeydi. Gölgeye geçmesi için babamı uyardık ama bizi dinlemedi. “Öğle saati tam D vitamini saatiymiş” öyle dedi. Annemle ben sıcaktan bunalınca odaya gitmeyi tercih ettik. Babam D vitamini almakta kararlı olduğu için bizimle gelmedi.
Biz klimanın, babam ise öğlen güneşinin altında iki saat boyunca uyuyup kalmıştık. Bunu babam odaya gelince anladık fakat gelen kişi babamdan çok Kızılderili’ye benziyordu. Bütün vücudu alev alev yanıyordu. Cildi, derisi gerilmiş bir davulu andırıyordu. Tekrar tekrar sürmediği için koruyucu güneş kreminin etkisi geçmiş olmalıydı. Şaşkınlığımızı üzerimizden atar atmaz kendimizi otel doktorunun önünde bulduk. Birinci derece güneş yanığı olduğunu söyledi doktor. Kullanması için 3 farklı krem, etkili bir de güneş koruyucu verdi. Kremler etkisini gösterince biraz rahatladı babam.
Yanık olayından sonra birkaç gün güneşten kaçındık. Daha ziyade otelin spor salonlarında, oyun salonlarında vakit geçirdik. Bu arada tatilimizin ilk üç günü bitmişti bile. Dördüncü gün aile hamamına gitmeye kararı verdik. Peştamalları vücudumuza sarıp yan yana duran kurnaların kenarlarına oturduk. Babamın yuvarlak, mermer teknesine baktım su gayet ılıktı. Benimki de öyleydi. Sıra anneminkine geldiğinde inanamadım. Annemin hamam suyunu tarif etmek için “kaynar” kelimesi yetersiz kalıyordu. Teknesinden buram buram dumanlar çıkıyordu. Kafasına sürekli su taşıyan incecik kolları insanüstü bir performans sergiliyordu. Yanakları al al olmuştu. Tasından çıkan ses, hamamın içini çın çın çınlatıyordu. Sislerin, buharların arasında giderek gözden kaybolmaya başladı annem. Adeta transa girmişti. Gidelim artık desek de bizi duymuyor duysa da oralı olmuyordu. İçerde yarı baygın bir halde ne kadar zaman geçirdik hiç hatırlamıyorum. Babama göre çağ kapanmış yeni bir çağ başlamıştı. Deri üzerine deri değiştiriyorduk ki ‘suyun soğumaya başladığını, artık gidebileceğimizi’ söyledi. O günden sonra hamamın önünden bile geçirmedik annemi.
Sahil maceramız gergin bitti
Ertesi gün babam, denize girmeyi önerdi. Hemen hazırlanıp kahvaltı salonuna indik ve arkasından sahile doğru yürüdük. Havlularımızı şezlonglara serip biraz güneşlendik. Annem ve babam denize girince şezlongda yalnız kaldım. Bunun üzerine küreklerim ve kovalarımla kumda oynamaya başladım. Derken babam geldi. Ona “Kuma yat, seni gömeceğim” dedim. Babam gülmeye başladı. ‘Kumdan kale yapmanın daha eğlenceli olacağını’ söyledi. Ben ısrar ettim. O da vakit kazanmak için “Sen kazıya başla ben içine girerim” dedi. Sanırım yorulup pes edeceğimi düşündü. Ama ben yılmadan kazdım. Neredeyse magma tabakasına kadar inmiştim. Bir süre sonra küreğime sert bir şey takıldı. Babamı yanıma çağırdım. O da diz çöküp kazdığım çukura baktı. Kumların arasında bir de ne görelim; kocaman bir silah. İkimiz de şaşkın şaşkın birbirimize bakakaldık. Sonra babam silahı eline alıp ayağa kalktı. Orasını burasını inceledikten sonra parmağını tetiğe yerleştirip kolunu ileri doğru uzatarak şezlonglara doğru nişan aldı. Bu hareketi gören turistler çığlık çığlığa kaçmaya başladılar. Korku içinde çil yavrusu gibi dağıldılar. Derken güvenlik görevlileri yanımıza geldi. Ağzımızda gevelediklerimizden bir şey anlayamayınca bizi loş ışıklı bir ofise götürdüler. Kare bir masanın etrafına oturtup çapraz sorguya başladılar. Gözüm tepeden sarkıtılan lambayı aradı fakat yoktu. O da olsaydı heyecanlı bir macera filminin başkahramanı gibi hissedecektim kendimi. Defalarca aynı hikâyeyi anlatsak da bir türlü ikna edemiyorduk görevlileri. En nihayetinde kamera görüntülerine bakmayı akıl ettiler. Kayıtları izleyip silahın ruhsat bilgilerini araştırınca masum olduğumuza karar verip bizden özür dilediler. Babam maruz kaldığı bu muameleden dolayı çok fazla söylenince otel yönetimi, otellerinde bir gün daha ücretsiz konaklayabileceğimizi söyledi. Babam pek oralı olmasa da bu teklife annem ve ben çok sevindik.
Tatilimizin son akşam yemeğini yiyorduk. Yemek sona ererken bizimkiler soğuk tatlı ve kahve ben de gazoz ve yanında magnolia istedim. Annem ayaklı cam kâsede ikram edilen tatlısından bir kaşık aldığı sırada bir de ne görsün, kâsesinde kocaman bir örümcek! Babam hemen garsonu çağırdı ve bu durum hakkında uzun uzun konuştular. Ben, ‘görevliler sorgu odasına götürülür mü? Tatilimiz bir gün daha uzatılır mı’ diye çok baktım fakat öyle bir şey olmadı. Kısa bir süre sonra restorandan, ertesi gün de otelden ayrıldık. Maceralı bir tatilin daha sonuna gelmiştik.
Nihayet evimizdeyiz…
Sorunsuz bir seyahatten sonra artık evimizdeydik. Yorgunluğumuzu attıktan sonra tatil fotoğraflarımızı, çektiğimiz videoları televizyon ekranına yansıtıp izlemeye başladık. Ekranda babamın güneşten, annemin hamamdan kızaran yanakları duruyordu ve hallerine gülerken pembeleşen yanaklarım onlarınkine eşlik ediyordu. Kahkahalarım salonu çınlatınca dayanamayıp alaşağı ettiler beni, halının üzerine yatırıp gıdıklamaya başladılar. Bu kez de sevgi yumağının yatay halinde vücut bulduk, yumağın ipliklerini birbirimize sıkıca dolayıp bir süre öylece durduk. İşte o an düşündüm ki ekrana yansıttığımızı bütün bu görseller, harika vakit geçirdiğimizin en güzel kanıtlarıydı. Olayın içindeyken büyük bir sıkıntı gibi yaşadığımız bazı durumlar eğlenceli birer anıya dönüşmüştü ve benim bu anıları unutmaya hiç niyetim yoktu.
Yorumları görebilmek, soru, görüş ve önerilerinizi bizimle paylaşmak için facebook hesabınız ile giriş yapmalısınız.
Facebook’ta adınıza gönderim yapmadığınızı bilmenizi isteriz..