Giriş Yapın

Facebook ile Bağlan Sizin adınıza paylaşım ve izinsiz gönderim yapmıyoruz.

Ali İhsan Varol

Metin Yazarlığı İle Başlayan Ekran Macerası

Ali İhsan Varol ile Röportaj: Metin Yazarlığı İle Başlayan Ekran Macerası

Karşınızda, programı Türk Dil Kurumu’ndan ödül alan, haliyle Türkçe’mizi düzgün kullanma konusunda dikkatli davranan, ilk zamanlarda günde yetmiş tane soru hazırlayan ve yaklaşık dört saat uyuduğunda kendini şanslı hisseden bir kişi olunca, röportaj sırasında; nereden, nasıl başlayayım diye düşünmemeniz imkansız oluyor ama rahat tavrı daha doğrusu karşısındaki insanı rahatlatan duruşu sizi bu psikolojiden kısa bir süre içinde hemen kurtarıyor. Ekranda gördüğümüz gibi yani. Bu yüzden aklınızda yarışmaya katılmak gibi bir düşünce varsa elinizi çabuk tutun derim, bu deneyimi yaşamak için. Neden mi çabuk tutun? Oda sürpriz olsun. Ali İhsan Varol ile “kabak tatlısı” ile başlayan evliliğini, yarım yarım bıraktığı eğitimini, kanalda çalışma hikayesini, ekrana çıkma şansını, kısacası birçok şeyi konuştuk. Tüm sohbetimizden aldığım bir sonuç var; o da nerede, hangi görevle başlarsanız başlayın, kendinizi gösterin, kendinizden bir şeyler katın ve hedefinize doğru mutlak bir şekilde ilerleyin. Şans sizi bulduğunda ise doğru değerlendirin durumu.

İşten arta kalan zamanlarınızda neler yapıyorsunuz diyeceğim ama böyle bir boşluk var mı?

Aslında işten arta bir zaman kalmıyor. Altı gibi buraya geliyorum, yarışmacılarımla tanışıyorum. Aralarında heyecanlı, aklında soru işareti olanlar oluyor. Biraz kendileriyle sohbet ediyoruz. Saat sekiz gibi de yayına giriyoruz. On gibi yayından çıkıp on bir gibi evde oluyor,  yemek yiyip, uyuyorum. Sabah kalktığımda bazen köpeklerimle ormana gidiyorum, bazen kahvaltımı orada yapıyorum, sonra on bir buçuk on iki gibi evime dönüp, soruları yazmaya başlıyorum.

Peki nasıl oluşuyor bu sorular? Bence bir marifet işi.


Çok aman aman bir şey değil, asıl marifet haftanın altı günü yapmak bunu, çünkü bir süre sonra insanı sürmenaja sokan bir şeydir. Bizimle birlikte daha önce çalışan birkaç tane soru yazan arkadaşımız oldu. Bir soruyu değiştirdiğiniz zaman, soruyu yazan kişi üzülür neden değişti diye. Benim yazdığım metinlere de böyle bir düzeltme yapıldığında haliyle sıkıntı duyuyordum ama artık altı yedi yıldır metin yazarlığı yaptığımdan, alıştım bu duruma. Yeni yazarlarında böyle bir sıkıntı var.

Size soru hazırlama konusunda yardım eden arkadaşlarınız bu tempoya dayanamayıp gitmiş, siz soruları hazırlamakla birlikte ekrandasınızda aynı zamanda.

Şimdi daha kolay, eskiden sürekli yeni kelime yazma derdimiz vardı bu yüzden de bir bölümün sorularını hazırlamak altı, yedi saatimi alıyordu. Artık bininci programa geliyoruz. Bu da yetmiş bin soru demek. Yetmiş bin tane kelimeyi barındıran sözlük yok biliyorsunuz. En kalın sözlükte kırk beş bin kelime var. Biz olmadık kelimeleri sormuyoruz, gündelik hayattan kelimeler soruyoruz. Bu yüzden artık tekrara düşüyoruz. Bu durum soru hazırlama saatimi daha aza çekiyor.

“Sokak Jargonu” ya da “Zıpır” sorular diye tanımladığınız sorularınız yarışmanın ciddiyetini bir an gülümsemeye bırakıyor bence, sizce?
Karşınızdaki kişiye göre değişiyor aslında. Zıpır sorularda bu etkiyi yaratabiliyor, bazen bu nasıl bir soru diye ritmini de bozabiliyor. Yüzünü ekşiten yarışmacılarımız da olabiliyor. Durumdan hoşlanmayanlar da oluyor. “Aman bana futbol gelmesin, argo gelmesin“ diyen de oluyor ama dediğim gibi bu karşınızdaki kişinin yapısına bağlı bir şey.

Kötü başlayan ya da bir önceki yarışmacının ciddi puan aldığı anda yarışan yarışmacının motive olması programın seyri açısından da önemli değil mi? Burada yük sizde…

Sıkıntılı bir durum bu. Bazen yapabiliyoruz bazen yapamıyoruz. Kişinin, kameraların karşısındaki duruşu ile ilgili, çünkü bu kolay bir şey değil. Ben bile üç buçuk senedir bu işi yapıyorum ama sıkıntı duyuyorum kimi zaman. İnsanı geren bir durum. Bu görüntüler televizyonda yayınlanacak. Sevdiğiniz insanlar kadar sevmediğiniz insanlarda sizi izleyecek. Bu yüzden de sıkıntı duyabiliyorlar ama kimisi de “aman eğlenmeye geldim”diyor. Bazıları da sonrasını düşünüyor, bu kişilerde de çuvallama olasılığı daha yüksek oluyor. Kollektif çalışmayı yakalamak çok daha zor oluyor, çünkü aklından bin türlü şey geçiyor: “Acaba nasıl gözüküyorum? Bittikten sonra ne olacak? ‘Televizyonda gördük seni, bu da bilinmez miydi be kardeşim’ diyecekler mi bana?” düşünceleri içinde olunca odaklanması daha zor oluyor tabi.

Günde yaklaşık yetmiş soru ve dört saatlik uyku sizi sarsmadı mı diyeceğim ama ekranda gayet iyi duruyorsunuz.

Teşekkür ederim. Bu dönemler artık gerilerde kaldı. Yakında bininci bölümü çekeceğiz. Şimdilerde yetmiş bin tane kelime içinden yani tekrar yayınlananların içinden seçip, biraz eğip bükerek soruyoruz soruları. Bundan dolayı da ben artık günde üç dört saatimi ayırıyorum ve sonrasında da mışıl mışıl uyuyorum.

Yarışmacıların heyecanı gitsin diye yayın öncesi onlarla beraber kısa bir vakit geçiriyorsunuz.

Evet, sohbet ediyoruz. Her zaman işe yarayan bir şey değil ama. Karşınızdaki kişinin yapısına da bağlı. Selam göndermek birçok yarışmada istenmezken biz selam göndermelerini istiyoruz. Kameraya bakarak selam söylemelerini istiyorum özellikle, çünkü o sırada sevdikleri insanlardan bahsederlerse akıllarına da güzel hatıraları gelir, o güzel hatıralarla başlarlarsa yarışmaya, daha mutlu yarışırlar diye düşünüyorum ki çocuğunlukla da işe yarıyor.

Yarışamaya gelin çünkü…

Heyecanlanacaksınız, keyif alacaksınız, güzel arkadaşlıklar edineceksiniz.  Hala birbiriyle görüşen, kabul günü yapan seyircilerimiz var.

Program sohbetimize bir tatlı molası verelim: “Kabak tatlısı” ile başlayan bir evliliğin hikayesini anlatabilir misiniz?
Beraber çalışıyorduk eşimle. Birgün tatlı muhabbeti yaparken en çok kabak tatlısını sevdiğimi söylemiştim. Yine belalı bir işimiz vardı, çok uzun süreli çalışıyordum. Birgün ofiste çalışırken Ayşe geldi, ofiste kabak tatlısı yaptı, sohbet etmeye başladık. Kabak tatlısı güzel olunca bir buçuk yıl sonra evlendik. (Ayşe Hanım, ekip olarak istiyoruz bizde:=) )

Peki çocuk düşünüyor musunuz?

Evet, düşünüyoruz. Artık otuz yedi yaşındayım. Çok kalabalık bir ailem olamayacak. Ben de zaten yetmiş yaşında olup da on sekiz yaşında bir çocuğum olsun istemem. Bazen doksan doğumlu yarışmacılar geliyor ki onlarla bile açık söylemek gerekirse zaman zaman anlaşmakta zorluk çekiyorum. Başka bir bakış açısı çünkü.

Kelime Oyunu’nu bitirip yeni bir yarışma yaptınız. Seyirci fazla ısınamadı ve yeniden aynı programla karşımıza çıktınız. Seyirci neden sevmedi?

Bir senelik bir programdı kafamızdaki. Şimdiki yarışma gibi basit, net, anlaşılır, reklam arasında bile izlenecek bir şey olmadığının farkındaydık, fakat ilk sıkıntılarımızın başladığı, artık yeni soru bulamadığımız dönemdi ve bir değişikliğe gitmemiz gerekiyordu diye düşünmüştük, bu formatı yayına aldık, olmadı. Kemik seyircimiz var ve yarışmayı istediler biz de başladık tekrar.

 “Türkçeyi düzgün bir şekilde öğretme sorumluluğu televizyonlara verilmemeli” diyorsunuz. Bunu biraz açalım mı?

Dil dediğiniz şey algılar doğrultusunda farklılaşabilen koca bir derya. İstanbul Türkçe’sidir kabul edilen Türkçe fakat İstanbul’da koca bir dünya. Ben bu işe başlamadan önce mesela “hakkaten” derdim ama buraya çıktıktan sonra kelimelerinizi daha dikkat ederek söylüyorsunuz ve böylece “hakkaten yerine hakikaten” diyorsunuz.  Ben türkçeyi düzgün konuşmak istiyorum diyen kişinin televizyondan öğrenmek istemesi yanlış bir şey. Televizyon bir şeyi daha ileriye taşıyacak bir araç olamaz. Televizyonun bir eğitim aracı olabileceğine inanmıyorum. Televizyon toplumun yapısını yansıtan bir şey olur ancak. Halk bunu istiyor, bunu veriyoruz popilizminden bahsetmiyorum yanlış anlamayın. Televizyonu eğitim aracına dönüştürürseniz insanlar ondan kaçar.

Astronomi ve Uzay Bilimi, Tarih ve Kamu Yönetimi bölümlerini yarım bırakmışsınız… Peki, bu sektöre ilk nasıl başladınız?

Kimini yarım dönem kimini de bir dönem okudum. Kamu Yönetimi’ni kazanınca Bodrum’dan İstanbul’a geldim. O sırada iş arıyordum. Arkadaşlarımdan biri “Sağa-sola koşturacak birini arıyorlar” dedi, başladım, işin içine girdiğinizde alaylı, hevesli ve işten kaçmıyorsanız bir şekilde o doğru iş sizi buluyor. “İş verilmez alınır” diye bir laf vardır. Hakikatten de öyledir. Kendi işinizi kolaylaştıracak bir aktivitenin içerisine girerseniz “bu adam bunu yapabiliyor” diye düşündürerek farklı sorumluluklar da vermeye başlıyorlar.

Tıpkı program sunucusu olmanız gibi… 

Bu tamamen şans aslında. Programın işleyişini görmem için beni çağırmışlardı; “gel bi bak, sorularını ona göre yazarsın” dediler. Soruları ben yazdım diye sunucu görevini ben üstlendim, diğer çalışma arkadaşlarım da konuk oldular, bir deneme çekimi maksadıyla işverene götürmüşler, onlarda aradığınız sunucu bu deyip programı benimle başlattılar.

Yirmi üç saniyelik duruma ne diyeceksiniz? 

Başka bir şey… Yusuf’u tanısanız ne demek istediğimi anlayacaksınız. Kendisine kötü davranmayı seven biri, açılmakta biraz sıkıntı yaşayan fakat muhabbete başladığında gayet güzel muhabbet etmeyi seven de biri aynı zamanda. Yusuf’un yeteneği sadece eş anlamlı kelimeler, bulmaca çözmesi değil, herhangi bir tarih verin Yusuf’a size arama motorlarından daha hızlı o tarihle ilgili tüm bilgileri söyler.

Böyle bir rekor bekliyor muydunuz?

İyi bir netice bekliyordum ama yirmi üç saniyede değil tabii ki. Bulmaca ekini dört dakikada annesine mektup yazar gibi çözdü yarışma saatini beklerken. Yukarıdan aşağıya, sağdan sola değil, bildiğiniz mektup yazar gibi hepsini çözdü. Dokuz bin sekiz yüz bekliyordum ama yirmi üç saniye değişik bir şey oldu.

Yarışmacı koltuğuna oturduğunuzda durum nasıldı?

Benim sorduğum sorulardan daha zordu sorular ve bir soruda da sorun vardı. Sekiz bin iki yüz ve elli iki saniye idare eder bir puandı.

Röportaj: Aslıhan Gündüz

Fotoğraflar: Yasemin-Saygın Sargın

İlginizi Çekebileceğini Düşündüğümüz Diğer Ropörtajlar
FACEBOOK YORUMLARI
YORUMLAR

Yorumları görebilmek, soru, görüş ve önerilerinizi bizimle paylaşmak için facebook hesabınız ile giriş yapmalısınız.

Facebook’ta adınıza gönderim yapmadığınızı bilmenizi isteriz..